Tevessül şirk midir, yoksa Allah’ın emrettiği bir vesileye sarılmak mıdır? Sahabenin uygulamaları bize neyi öğretiyor?

Allah Teâlâ, insanların birbirinden yardım istemesine izin vermiş ve biri kendisinden yardım istediğinde ona icâbet edip yardım edilmesini emretmiştir.
Sahâbe-i kirâm da, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den yardım ister, şefaat talep eder, fakirlik, hastalık, borç gibi hâllerini arz eder, sıkıntıya düştüklerinde O’na koşarlardı. Pek çok rivâyette nakledildiğine göre, bir kuraklık hâli zuhûr edince insanlar Allah Rasûlü’ne gelir, Oʼndan Cenâb-ı Hakk’a duâ ederek yağmur talep etmesini isterlerdi.
TEVESSÜL ŞİRK MİDİR?
Ashâb-ı kirâm, böyle yaparken şunu çok iyi biliyorlardı ki; Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, hayırlara ulaşmakta sadece bir vâsıta ve sebeptir. Hakikî fâil, kâdir-i mutlak, yalnız Cenâb-ı Hakʼtır. Fakat Rabbimizin, Habîbʼine olan muhabbeti hürmetine, Oʼnun duâlarını daha çok kabul edeceğini umduklarından, bu yola tevessül ediyorlardı. Sahâbe efendilerimiz, neyin “şirk” neyin “tevhîd” olduğunu da elbette bizden çok daha iyi bilen kimselerdi.
Eğer bir müʼmin, Allâh’ın vesîle edinilmesini emrettiği bir şeyi vesîle ediniyorsa, bu, o kişinin, vesîleyi emreden Allâh’a itaat için böyle yaptığını gösterir; -hâşâ- Allah’tan başkasını Rab tanıdığını değil!..
Üstelik bir şeyi vesîle edinen kişi, Allah Teâlâ’nın o şeyi ya da kişiyi sevdiğine inandığı için onu vesîle edinmektedir. Tevessül eden kişi, vesîle edindiği şeyleri, Allah Teâlâ gibi bizzat fayda veya zarar verebilecek bir mevkîde görürse, bu o zaman şirk olur. Tevessül eden kişi, kendisiyle tevessül edilen zâtın, sadece Allâh’ın izniyle bir hayra sebep olabileceğini, bir kötülüğü de, ancak Oʼnun dilemesiyle defedebileceğini bilmelidir.
Cenâb-ı Hak, bir şeyin olmasını murâd ettiği zaman ona “Ol!” der ve o iş gerçekleşir. Buna rağmen Allah Teâlâ ilâhî murâdı muktezâsınca bâzı hâdiselerin tasarrufunu birtakım kullarına tevdî eylemiştir. Tıpkı dört büyük melekte olduğu gibi:
Cebrâil -aleyhisselâm-, vahyi peygamberlere bildirmekle; Mikâil -aleyhisselâm-, tabiat hâdiselerini sevk ve idâre etmekle; Azrâil -aleyhisselâm-, ruhları kabzetmekle; İsrâfil -aleyhisselâm- ise, Sûr’a üflemekle vazifelendirilmiştir.
Cenâb-ı Hak, elbette ki bu vazifeleri o meleklere gerek olmaksızın da gerçekleştirebilir. Fakat Allah Teâlâ, ilâhî irâdesiyle onlara böyle bir vazife ve salâhiyet vermiştir. O gücü onlara veren Allah Teâlâ’dır. Bunun gibi, ehlullah da bâzen Cenâb-ı Hakkʼın murâdına âlet ve mâkes olurlar. Kudret-i ilâhî onlar vâsıtasıyla zuhûra gelir.
Meselâ şifâ Allahʼtandır. Fakat Cenâb-ı Hak, doktoru, ilâcı vs. şifâya vesîle kılmıştır. Dolayısıyla şifâyı bu vesîlelere tevessül ile aramak gerekir. Kulların şifâ için hastahâneye, eczâhâneye mürâcaatı şirk sayılamaz. Zira her müʼmin bilir ki, şifâyı veren Allahʼtır; doktor, ilâç birer vâsıtadan ibârettir.
Bununla birlikte bâzı kimselerin, sâlih zâtların gıyâbında veya kabirlerini ziyaret esnâsında; “Ey filân zât! Bana şifâ ver! Benim şu ihtiyacımı gider!” gibi sözlerle doğrudan doğruya kendilerinden talepte bulunmaları, son derece yanlıştır ve şirke kapı aralar. Şüphesiz bu tür ifâdeler için birtakım te’viller yapılabilirse de, gâyet hassas olan tevhîd akîdesinin özünü zedeleyen bu gibi câhilâne söz ve tavırlardan şiddetle sakınmak gerekir. Zira tevhîd akîdesinin ortaklığa tahammülü yoktur. İbadet ve sâlih amellere Allahʼtan başkasını ortak etmek olan “riyâ” bile “gizli şirk” sayılıp şiddetle men edilirken, açık bir şirk tehlikesi arz eden bu tür davranışlardan katʼiyyetle sakınmak îcâb eder.
Velhâsıl tevessül, merâmını Cenâb-ı Hakk’ın sevdikleri hürmetine O’na arz ederek duâya makbûliyet kazandırma gayretinden ibârettir. Yoksa Hak Teâlâ’nın sâlih kullarına kudsiyyet atfetmek değildir.
Şunu aslâ unutmamak gerekir ki, peygamberler ve onların bildirdikleri dışında hiç kimsenin son nefeste îmanla gidebilme teminâtı yoktur. Müʼmin, bu endişe sebebiyle hayâtını her nefes Kitap ve Sünneti yaşama gayreti içinde geçirmeli ve Yûsuf –aleyhisselâm-ʼın;
“…(Ey Rabbim!) Beni müslüman olarak öldür ve beni sâlihler arasına kat!” (Yûsuf, 101) niyâzını gönlünden ve dilinden düşürmemelidir. Levh-i Mahfûzʼa bakıp onu okuyacak makâma erdikten sonra bile nefsine mağlûp olup ebedî hüsrâna uğrayan Belʼam bin Bâûrâʼnın[1] hâlini hiçbir zaman unutmamalıdır. Yani kul, hangi makamda olursa olsun, kendi âkıbetini bile tâyinden âcizdir; dâimâ Rabbinin lûtfuna muhtaçtır.
Rabbimizin bize lûtufta bulunmak için halkettiği sayısız vesîlelerden biri de, ilâhî af, rahmet ve mağfiretin âdeta tuğyân ettiği Ramazan ve bayram günleridir. Bu vesîlelere ihlâs ve samimiyetle tevessül etmek ve bu büyük fırsatları zâyî etmekten sakınmak, îman firâsetinin en tabiî bir gereğidir. Zira bu nîmetleri ziyan etmek, O nîmetleri lûtfeden Rabbimize karşı bir nankörlüktür. Bunun içindir ki Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“…Cibrîl -aleyhisselâm- bana göründü ve; «Ramazan’a erişip de günahları affedilmeyen kimse rahmetten uzak olsun!» dedi. Ben de «Âmîn!» dedim…” buyurmuştur. (Hâkim, IV, 170/7256; Tirmizî, Deavât, 100/3545)
İlâhî bir gufran vesîlesi olan mübârek gün ve geceleri lâyıkıyla değerlendirebilmek için bütün gayretimizi gösterelim ki, hüsrâna uğrayan gâfillerden olmayalım.
Dipnot:
[1] Bkz. el-A‘râf, 176.
İlk yorum yazan siz olun.